Mücadele

Yaklaşık 2 aydır yazmıyorum. Düşündüm neden yazmıyorum diye ama net bir sonuca ulaşamadım. Biraz ondan biraz bundan ama en çok mücadele etmekten.

Hayat mücadelesi derdim ama değil!

Genel olarak hayat mücadelesi dediğimiz mücadele var ya işte ondan yazamadım dememi bekleyenler var. Kesinlikle var ve hazırda bekliyorlar “Ya bak işte gördün mü? Hayat böyle insana isteklerini yapmaya fırsat vermiyor.” diyebilmek için. Çok beklerler.

2 aydır yazamamamın sebebi tamamen başka işlere öncelik vermemden ve ama en çok bilinç altımda yazmaya değer görmemekten. Çünkü benim verdiğim mücadele hayat mücadelesi değil, “Dik Durma Mücadelesi”. Bir nevi karakter meselesi.

Genelde övünmem ve hatta övülmeyi de sevmem.

Beni bilenler var ama bilmeyenler için yazayım. İyi yönlerimi çok ortaya dökmeyi sevmem. İyi olduğum konularda övünmeyi de övülmeyi de sevmem. O yüzden hep kendi reklamımı yapamadığımı düşünürüm ya da söylerler. Çünkü genelde icraate bakarım. Bana 40 yıl sen bu işte çok iyisin diyebilirsiniz. Ama o iş ile ilgili söylediğime kulak vermiyorsanız boş övmenizi de istemiyorum.

İşte 2 aydır yazmamamın tek sebebi bu olmasa da en büyük sebeplerinden birisi bu. İyi eğitim almış, çok yönlü iş geçmişine sahip, son zamanlarda çok okuyamasam da çokça okumuş, dil bilen, başka kültürleri araştırmış, dünyaya kendini kapamamış, açık görüşlü, çok damarıma basılmadıkça sakin, düşünen biriyim. Bir laf söylemeden önce tüm yönleriyle araştırmaya çalışırım.

O yüzden söylediklerim değerlidir. Değerini bilmeyenlerle paylaşmaktan sıkıldım ve yoruldum.

Ama bugün düşündüm. Ne olursa olsun yazmaya devam etmeliyim dedim.

Çünkü kendini aydın zanneden, yarı aydınlara kızdığım şeyi yaptığımı farkettim. Biliyorsunuz Türkiye’ de bir yarı aydınlık meselesi var. Her şeyi kendisinin en iyi bildiğini düşünen, başkalarına hiç kredi vermeyen, fikir tartışmaktan korkan, birisi kendi fikrine karşı çıktığında küsüp ne haliniz varsa görün diyerek kenara çekilen insanlar topluluğu. Yazmayarak onlar gibi bir ruh haline büründüğümü fark ettim. İçim ürperdi. Sonuç olarak oyun oynamak için oturduğum bilgisayarın karşında klavyeye sarıldım ve başladım yazmaya.

Asıl yazmak istediklerime başlamam biraz uzun sürdü ama içimi dökmem lazımdı.

Önce biraz pandemiden bahsedelim.

Malum virüs hala ortalıkta rahat rahat dolaşıyor. Biraz yönetenler biraz kendi insanımızın vurdum duymazlığı yüzünden. Sırf ekonomik sebeplerle kendi insanından gerçek vaka sayısını saklayarak zaten her kuralı, tedbiri esnetmeye teşne milletimizi rehavete iten yönetenlere koca bir alkış! gönderelim. Sonrasında da bana bir şey olmazcı tayfaya buradan bir selam gönderelim. Nasıl mutlu musunuz şimdi? Yine kapandık evlere. Keyifler yerinde mi? İşleriniz tıkırında mı? Sıkıntı yaşanan sektörler ve o sektörlerde yer aldığı için kapanan işletmeler ile çalışanlarının yüzüne bakabiliyor musunuz?

Bu virüs bana zaten bildiğim çok şeyi hatırlattı. En önemlisi ise iflah olmaz bir açgözlülüğe sahip olduğumuzu. Her anlamda para, güç, makam, mevki, fırsatçılık… Her şeyde…

Çapsız siyasetten yoruldum.

Siyaset konuşmayı seven biriyim ama taraf belirtmediğim için söylediklerimi hiçbir taraf sahiplenmez genelde. Çünkü objektif olmaya çalışırım. Objektiflik ortadan kalktığında doğru uygulamaların hayata geçeceğine inanmam.

Son dönemde yönetenlere karşı kızgınlığım zaten hat safhada, kendi insanı sıkıntılar içerisinde yüzerken hala sorun yokmuş gibi davranmaya ve şikayet belirtenlere nankörlük yapıyormuş gibi davrandıkları için. Yine bir yarı aydınlık meselesi aslında yine. Tam aydınlarını Somali’ ye, Tunus’ a hibe ettiler galiba.

Daha fazla kızgınlığım ise tabii ki muhalefet partilerine. Derler ya kötü ev sahibi, kiracıyı ev sahibi yapar diye. Tam olarak durum bu. Muhalefet etmeyi sadece karşı çıkmak sanan bir yapı. Eleştirdiği her şeyi kendisi yapan bir yapı. Bardağı taşıran son olay Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’ in sağlığına kavuşup görevine geri dönmesi ile yaşanan ve söylenenler oldu.

Düşünün seçimle bir göreve gelmişsiniz, halk seçmiş sizi. Bir partinin adayı olarak seçilseniz bile artık kentin yöneticilerinden birisi olmuşsunuz. Halk artık o saatten sonra hizmet bekler. Ekibinizi kurarsınız ve başlarsınız çalışmaya. Hayat bu ya hasta olursunuz. Tedavi görürsünüz. İşlerin yürümesi lazım. Birisi size vekalet eder. Şimdi vekaletin 2 teamülü var aslında. Eğer vekalet edilen kişi geri dönecekse, O’ nun yerine planını devam ettirirsiniz. Geri dönmeyecekse o zaman kendinizden bir şey katabilirsiniz. Adam hastanede yatıyorken ve görevine geri gelecekken arkasından atama yapmak ve makamın asıl sahibi geri geldiğinde bu atamayı iptal edince basit bir geçmiş olsunu bile laf sokmadan söyleyememek nedir? Hani yönetenleri böyle davranışları var diye eleştiriyordunuz? Ne fark kaldı. Geçen yıllarda yeni bakanların eski bakanlarla olan kavgalarını eleştirmiyor muydunuz? Ne oldu şimdi?

Yoksa sizde mi unutkan insanımızın unutkanlığına sığınmaya başladınız?

Dik durma mücadelesi…

Yazının başında bu mücadeleden bahsettim ya işte genel çerçeveleri ile bahsettiğim mücadele bu tarz şeyler. Konuşa konuşa, yaza yaza sesimi çıkartmaya çalıştığım bir mücadele.

Bilime, sanata, bilginin her türlüsüne saygı duyulana kadar mücadele. Başaramasak da denedim diyebilirim en azından. Kaybedecek tek şeyim zaman ve biraz da enerjim olur. Ama ülkenin kaybedecek çok şeyi var.


Dipnot: Yazmayı özlemişim gerçekten. İnşallah daha sık yazacak fırsat bulurum. 1 kişiyi bile dokunabilsem kardır.


Yazının Sorusu: Sizin kaybedecek neyiniz var?

Diğer yazılarımı okumak için: https://kafaseslericom.wordpress.com/author/eraykagansimsek/