SANAT TUTKUM

VAROLUŞ DALGALARIM

Müziğin hayatımdaki yerine ve önemine dair daha önce de paylaşımlarım olmuştu. Akademisyen-müzisyen bir babanın kızı olarak, müziğin içine doğdum. Müziği, dans etmeyi hep çok sevdim. Aslında “sanat”ın her dalını çok sevdim diyerek bugün biraz bundan bahsetmek istiyorum.

Müziğin içine doğunca hikaye tabii ki önce müzikle başlıyor…

İlkokul yıllarımdı, yarı zamanlı konservatuvar sınavına girecektim. Belki başaramama korkusu, belki çocukluk kaprisi bilmiyorum; mahalledeki arkadaşımlarımla apartman bahçesinde piknik yapmak uğruna sınava gitmek istemedim. Ağlamalar, kaprisler kimse kolumdan tutup da götüremedi beni o sınava. Ha noldu sonra? Yıllar içerisinde pişmanlığa dönüştü. Ve ama tabii ki sorumlusu ben değildim. Okuyor musunuz anne, baba? =)

Çocukluktan bugünlere sanat yolculuğum…

Konservatuvara gitmediğimle kaldım. Özel piyano dersleri aldım, müzikle ilgili birçok kişinin bileceği Beyer, Czerny, Hanon etütleriyle başladı parmaklar notaların üzerinde gezinmeye. Hocam, Derin Abla; konservatuvarlı dahi bir piyanistti ve ben çok zorlanmaya başlamıştım. Öyle ki çocuk aklımla, sanki zorla götürülüyormuşum gibi gitmemek için baş ağrıları, mide bulantıları senaryolarına tutunmuştum.

“1 ve ve 2 ve ve, hayır bağlı, burası staccato, metronoma uymuyorsun, forte, piyano, büyük 3’lü, küçük 3’lü, aralıklar” derken müziğin içindeki matematik sistemi ve kurallar beni uzaklaştırmaya başlamıştı.

“Özgürce”, “içimden geldiği gibi” çalamıyordum. İçimden crescendo yapıp yükselmek gelirken orada öyle yazmadığı için yapamıyordum. Ve bir nokta geldi; “Kendi hissettiğimi açığa vuramıyorsam, bana göre değil.” diyerek bıraktım. Piyano çalma arzum hep ara ara depreşen bir duygu olarak kaldı. Gonca Çeliker Bilget, Kubilay Kan, İklim Kaya’dan dersler aldım. Ama hiçbir zaman kendimden beklediğim -beste yapma- dönüşünü gerçekleştiremedim piyanoda. Armoni bilgim eksik kaldı… Konuya dönelim.

Duyguların dışa vurumunu hayatım boyunca %100 destekledim, duygular içe atılmamalıydı. Hissedilenler bütün gerçekliğiyle açıkça dile getirilmeli, esere dönüşmeli veya yazıya dökülmeliydi.

Kelimelerle aram iyi oldu. Yazmayı öğrendiğim günden beri yazdım, inanılmaz anlamlıydı benim için. Metaforlar, sembolik anlatımlar, betimlemeler. Ne zamanki mesleğim “reklam-metin yazarlığı” oldu; o zaman kelimeler benim için büyüsünü ve derinliğini kaybetti. Ve maalesef bana geri dönüşü, eskisi gibi edebi ve derinlikli yazamamak oldu.

Devam edelim…

İlkokula dönelim tekrar, kısa süren bir bale macerası; resim tutkusu ama orada da teknik bilgi, perspektif öğrenmek istemeyen, o aşamaları zıplayıp “DALİ” olmak isteyen bir kişilik oldum; sonra lise yıllarına geldiğimizde dans ve koro macerası; üniversite ve sonrasında ise tiyatro macerası isteğim ağır basmaya başladı. Ve daha da spesifik olarak “müzikal tiyatro” hayali, gerçekleştirilmesi gereken bir hedefe dönüştü. Müzik-dans ve oyun üçü bir aradaydı. Müziğin bedensel devinime dönüşmesi ve duygudan duyguya geçişten daha muazzam ne olabilirdi? Ama ben çok iyi okullarda çok iyi eğitimler alma yolunda ilerledim. Başladığım okullarımı derecelerle bitirdim ve sandıklarda saklı harika diplomalarım var. Pişman mıyım?

2020 senesine kadar çok pişmandım. Neden sosyal bilimler okudum? Neden reklamcı oldum? Neden neden? Pek çok serzenişim vardı.

“Reklamcılık” içimdeki yaratma ve üretme arzusunu bir derece tatmin edebiliyordu. Sosyal bilimlerle oldukça alakalıydı. İnsan psikolojisi, toplum bilimi, sinema, grafik-tasarım, müzik oldukça disiplinler arası bir meslekti.

Ve ama zaman zaman gelen “tutsaklık” hissi vardı. Daha da üzücüsü, yaratım ve üretimin hiçbir değeri yoktu. Bilen bilmeyen, anlayan anlamayan herkesin yazılı-görsel ve işitsel ögeler hakkında fikir sahibi olduğu ve fütursuzca eleştirdiği, revizeler verdiği enteresan bir alan olmaya başladı gözümde.

Hani derler ya hep sanatçının işi zordur. Sanat sanat için mi? Sanat toplum için mi? Sanatçı ne istiyor? Toplum ne bekliyor? Ticari kaygılarla nasıl bir hayat olur? Reklamcılık-sipariş ilişkisinde de benzer dinamiklerin yaşandığını söyleyebilirim.

O noktada da beynini jingle sözü yerine, şarkı sözü yazmaya; kalemini kampanya kurgusu yerine edebiyata, senaryoya, oyun yazarlığına kullanmak istiyor insan… Sorun şu ki; beynimi bu alanlara kanalize etmek istediğimde de yine tokat gibi hayat gerçekleri çarpıyor. Aynı ticari kaygılar bu alanlarda da var çünkü. “Bestseller kitap”, “hit müzik”, “gişe rekorları kıracak filmler” yapmalısınız… Yoksa hiç olursunuz. Üstüne bir de “amatör ruh” eklenince profesyonellerin eleştirel ve soğutucu yorumlarıyla tadından yenmez oluyor.

Sanat Tutkum ve Varoluşum

Sanata olan tutkumun bir varoluş meselesi olduğunu yıllar içerisinde yaşadıklarımla ve aldığım eğitimlerle anladım. Özellikle de “Sanat Terapisi” eğitimi aldığımda kendimi ve bütün hayatımı çok daha iyi analiz etme şansım oldu. Yoğun coşku yaşayabilecekken yoğun kaygı ve öfke duyduğum anların sebebini daha iyi anladım. Varoluş Dalgalarım derdim hep, meğer sanatın iyileştirici gücünden yeterince beslenemiyormuşum.

“Canlı canlı tabuta koyulmuşsunuz ve oradan kurtulmaya çalışıyorsunuz.” gibi bir kapatılmışlık ve esaret hissi hakim hayatınıza.

İçinizde yoğun duygular varsa ve ama sanatın herhangi bir dalıyla; resim-müzik-dans-tiyatro-edebiyat dışa vurumu gerçekleşmiyorsa, o noktada pozitif bir çıktı olarak üretime ve yaratıma dönüşebilecek duyguların ve iç enerjinin baskılanması, “ruhun özgürleşememesi” derecesinde bir sıkışıklık yaratıyor… O sıkışıklık da dediğim gibi kaygı, öfke, panik ve benzeri olumsuz duygular olarak geri dönebiliyor.

Neden artık pişman değilim?

Çünkü artık varoluşuma uygun bir hayat yaşayabiliyorum. İhtiyacım olan hiçbir zaman “sanatçı etiketini” almak değildi. Yaşam felsefeme, kişiliğime ve duygularıma uygun üretimler yapabilmekti.

Ve “Kafa Sesleri” ile bunu sonunda yapabilmeye başladım.

İlginç revizeler almıyorum; düşüncelerim çöp olmuyor. Yaratıcı dramaya ve etkinlik önerilerine dair paylaştıklarımızı birileri izleyip, uygulayabiliyor. Mutlu oluyorum. Kendi işlerimizde seslendirme yapabiliyorum. Aklımıza gelen bir proje, yakınlarımızın desteğiyle onay merciilerine gitmeden gerçekleşebiliyor.

O yüzden sonunda içsel anlamda mutluyum diyebiliyorum. Okunmasın, dinlenmesin, izlenmesin. Beğeni yağmurunda ıslanmama da hiç gerek yok.

Özgür’üm çünkü. Kendi duygu ve düşüncelerimi hiçbir kaygı duymadan aktarabiliyorum. Ve geldiğim bilişsel aşamada babamı ve ailemi de daha iyi anladım. Hayatım, “Kafa Sesleri” ne bağlı olsaydı, evet aç kalırdım çok büyük ihtimalle.

Aileme ve eşime çok şey borçluyum. Kendimi daima geliştirebilmem, isteklerimi gerçekleştirebilmem için verdikleri emek ve özveriler için teşekkür ediyorum. İyi ki o okullarda okumuşum. Ve o eğitimlerden geçmiş biri olarak sanata dair bakış açısı geliştirebiliyorum.

Sanatla daha çok bütünleşebileceğim bir hayat yaşayabilmek en büyük dileğim. Beni tanıyan, seven herkesten dualarını ve başarı temennilerini bekliyorum =) Baba, sen de dahilsin.

Hayat mücadelesi verirken; hayata iyi niyetle ve umutla tutunan insanlar olarak Acıbadem Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İrfan Güney’in, babamın pandemi sürecinde sağlık emekçilerine ithaf ettiği, söz ve müziği kendisine ait olan “İSİMSİZ ŞARKILAR” adlı parçasını onunla birlikte okuduğum ve projesinde eşimle birlikte, ailece yer aldığımız için de ayrıca çok mutluyum. Ailemi seviyorum. Sanatla ve sevgiyle kalalım.

Diğer yazılar için: https://kafaseslericom.wordpress.com/author/idilguneysimsek/