Yaşadığımızı en çok hissettiren anlar, duygu dolu anlardır aslında. Ancak ne kadar gariptir ki; çoğu zaman duygularımızı yönetmek için çılgınca bir mücadele veriyoruz. Hayattaki en büyük gerçekliği yaşayıp onunla güçlenmek yerine onu kontrol altına almaya veya duygulardan kaçmaya çalışıyoruz. Çünkü “mantıklı” olmak zorundayız. Akıllı, ölçülü, tutarlı davranmalıyız.
Evet, duygular uçlara götürebilir. Katılıyorum, zarar verici de olabilir. Girdap gibi içine çekebilir, derinlerde yok olduğunuzu ve bir daha asla oradan çıkamayacağınızı zannedebilirsiniz. Kuşatır sizi.

Bu duygular, aşk, tutku, coşku, heyecan, umut olabileceği gibi hüzün, acı, öfke, keder, çaresizlik olabilir. Bizler ise sadece olumlu duygular yaşamak isteriz.
Peki hayat bu mu?
Hayatın diyalektiği kendi içindedir. İyi-kötü, acı-tatlı, kavuşma-ayrılık, belli-belirsiz, açık-kapalı, doğum-ölüm, savaş-barış. Yani savaşmadan barış olamaz. İyi’yi tanımlayabilmek için kötü’nün de tanımlanması gerekir. Kavuşmanın mutluluğunu yaşayabilmek için ayrılmanın hüznünü de yaşarız. Ve evet doğduğumuz gibi ölüyoruz. Birileri ölürken birileri doğuyor. Hayat böyle bir şey.
Edith Piaf’ın “Non, Je ne regrette rien” şarkısını paylaşmıştık geçen gün kanalımızda. https://www.youtube.com/watch?v=YuLMshWaesU
Kendisinin çok sevdiğim bir sözü:

Hayat hikayesi film konusu olmuş ikonik bir sanatçı. Yaşadığı acılara rağmen “Pişman değilim” diyebiliyor.
Peki ya biz bunu diyebiliyor muyuz? Yoksa bizi asıl kontrol altına alan duygularımız yerine düşüncelerimiz mi oluyor? Kafamızdaki susmayan sesler. Kendi sesimiz veya toplumun sesi fark etmiyor…
“Gördün mü bak? Biz sana demedik mi? Yanlış yaptın, şimdi oturur ağlarsın. Zavallı sen, bak herkesin düzeni yerinde, şu yaşadığın hayata bak. Hiç mi mutlu olamayacağım? Neden, neden? serzenişleri. Bu nasıl benim başıma gelir? haykırışları… Ben bunları hak etmedim, ah vah. Neden bana kazık attılar? Aman da bana yalan söylediler. Akılsız başım. Bu işte de tutunamadım. Ne kadar da başarısızım… Beni buldu talihsizlikler, hastalıklar, kaderim buymuş… Ne çok çekti be! Sakın o yola girme, seni ne bekliyor bilemezsin. Otur, oturduğun yerde. Başına bela arama.”
Ne kadar tanıdık söylemler değil mi? Hep bir “kurban” olma hali var. “Acı çekersin, sakın! Acılarla yaşarsın.” söylemi var.
Acıların dönüştürücü gücü yok hiç veya acının içinde mutluluk asla olamazmış gibi konuşuyor bütün sesler.
Peki, yaşamın kendisi nerede?
“Acı”, ölüm ve aşk ile açığa çıkıyor çoğu zaman. Ölüm ile olan bağlantısını başka bir başlıkta ele almak isterim. Bir önceki yazımla ilintili olarak, “Aşk Sosyolojisi” dersinde analizini yaptığım bir filmden bahsederek aşk örneği üzerinden ilerlemek istiyorum.
Jeremy Irons ve Juliette Binoche’un başrolleri paylaştığı, Josephine Hart’ın romanından uyarlanan 1992 yapımı filmde yasak ilişkilerden doğan trajedi işleniyor.

https://www.imdb.com/title/tt0104237/
Ve tam olarak da kontrol altına alınmayan duyguların, özellikle tutkuların yaratacağı yıkım masum bir karakterin “ölüm”ü ile anlatılıyor ve vicdanlar yorum yapıyor. Film, erotik kategorisinde yer alsa da oldukça sosyolojik, psikolojik ve felsefi ögeler içeriyor. Demin de ne demiştik? Acı, aşk ve ölümle bağlantılı bir his.
Filme damgasını vuran söze gelecek olursak:
“Yaralı insanlar tehlikelidir, çünkü ayakta kalmayı bilirler.”

Bizlerse yaralanmaktan korkarız, belirsizliklerden ve olumsuz duygulardan kaçarız. Bu noktada tek sorum;
Korkarak ve kaçarak güçlü olabilmek mümkün müdür?
Sevgiyle.
Diğer yazılar için: https://kafaseslericom.wordpress.com/author/idilguneysimsek/