Terzi ve Söküğü

Son zamanlarda kendi dünyamdaki gündemim atalarımızın özlü bir sözüyle ilintili. “Terzi kendi söküğünü dikemez.” Özel hayata ve beşeri ilişkilere dair konularda çok önceden atasözümüzün geçerliliğini doğrulamıştım. Gelelim terzi ve söküğü’ ne.

Özel hayattan iş hayatına…

Ne zamanki konu özel hayat ve beşeri ilişkilerden çıktı ve profesyonel hayata yönelik becerilere sıçradı orada ikinci bir sorgulama faslı başladı. Akademik ve mesleki olarak hata yapma lüksüm olamazdı, yaptığım her iş ayrıntısıyla düşünülmüş, kimi zaman takvime göre önden tasarlanmış, çalışma süreci ve teslim zamanı planlanmış; makaleler taranmış, rakipler araştırılmış olmalıydı. “Üst akıl” olduğuna inandığım kişilerden gelen eksik ve önerilerle o iş “erişebileceği en üst noktaya taşınmalıydı”.

Sektörden olanlar bilir ama söylemesi güç gelebilir. Hatta sektörden olmayanlar da “tüketici” tarafından bilir. Bellidir değil mi toplumumuzdaki özel günler? Her sene nasıl ki akademik eğitim-öğretim yılı takvimi açıklanır, resmi tatiller de açıklanır. Milli- Dini Bayramlar bellidir. Kurban Bayramı, Ramazan Bayramı, 19 Mayıs, 23 Nisan, 29 Ekim, 10 Kasım…. Özel günler de bellidir. Anneler-Babalar-Sevgililer Günleri, Yılbaşı… Her sene mayıs ayının 2. haftası, haziran ayının 3. haftası, 14 Şubat, 31 Aralık… Dünya Kadın Hakları Günü de bellidir, İşçi-Emekçi Bayramı da bellidir… Sağlık sektöründeyseniz “Meme Kanseri Farkındalık Ayı, Dünya Skolyoz Günü” bellidir. Son dönemlerde türeyen “Dünya Arkadaşına Sarıl”, “Dünya Fareleri Sev Günü” gibi günler bile belli artık aslında. Farklı dünyalarda yaşamıyorsak şayet bu günler sabit ve değişmiyor.

Yani nasıl ki akademide yıllık ders müfredatı oluyorsa her sene, vize-final tarihleri belli dönemlerdeyse, dersi destekleyici kaynakça listesi belliyse, bir kurumun da yıllık iletişim planının belli olmasını beklemek benim açımdan olması gerekenken; 6 yıllık mesleki deneyimim içerisinde maalesef nadir olarak planlandığını veya planlanana sadık kalınarak pratiğe dönüştüğünü gördüm. Bu uğurda yapılan çalışmalara, saatler süren toplantılara çok tanık oldum ama.

Kurumsal hayatlar, hizmet sektörü ve çatışmalar

Özellikle ajans çalışanları hayatlarını ofislerde geçirip, gece yarısı, sabah mesailerine kalırken bunun sebebinin iç işleyişten çok, dışarıdan içeriye aktarılan işin zamanlaması ve bilinmezliği ile alakalı olduğunu da deneyimledim. 29 Ekim’den 1 gün önce “29 Ekim filmi istiyoruz, acil” denir, öğretilen meşhur brief’ler verilmez, “şunun gibi olsun” denir ve siz sabaha kadar ekran başında git-gel revizelerle boğuşursunuz. Sonrasında da “ama biz bu değiliz ki” cevabını alırsınız. “Resmi bir dil” olsun denir, sonrasında “fazla resmi” olmuş revizesi gelir. “Hep beraber” dersiniz “hep birlikteyiz” yazalım derler. İsim önerirsiniz, “Festival” dersiniz daha Türkçe olsun denir “Şenlik” dersiniz, olmaz “Bayram” dersiniz. “Bayram olmasın denir”. “Festivalin türevi Karnaval var” dersiniz. O da bizden değildir. Görsel ve iletişim dili tutarlılığı gerekir. Renkler mavidir, bu sefer pembe yapalım denir. Olmaz dersiniz ama siz kimsiniz ki? Koca koca direktörlerin, müdürlerin arasında…

Müziğin içinden biri olarak “bu müzik olsun” dersiniz, karşınızdaki kişinin egosuna bağlı olarak ya tamam cevabını alırsınız ya da makam-mevki ile bilirkişilik karışır ve hayır cevabını alırsınız. “Logoyu büyütelim” klişelerini ve aile şirketlerinde her kafadan çıkan sesi zaten geçtim aynen öyledir. Baba beğenir kızı beğenmez, kızı beğenir abi revize verir. Abiden gelen revizeyi baba beğenmez ama kurumsal olmak isterler. Olamazlarsa tabii ki fatura size kesilir…

Değişmezler vardır bir de… Rutin olarak yenilenen web siteleri gibi. Tüketiciye sunulanlar, vaatler değişmez, global rakipler sözde takip edilir ama uygulamaları, yenilikçi yüzleri dikkate alınmaz. Ama o site büyük bir titizlikle yenilenir. Bütün tasarımlar ve içerikler yeniden hazırlanır. Teknik gereklilikler yapılmalıdır evet ama 1. lik beklentisi vaat kalitesi yerine tıklanma rekorları kırmaya ve SEO ayarlarına vs. yönelikse yorumsuz kalmanız gerekir. Aksi takdirde yine vizyon doğrultusunda ya kovulursunuz ya da kendiniz istifa edip gidersiniz. Ve bu hayatın içinde olmaya devam ettiğiniz sürece sonu yoktur… Üretmekten soğursunuz, bir yere varmayacağını görürsünüz ve tek kafası çalışan siz olmadığınıza göre durup anlamaya çalışırsınız…. Acaba böylesi herkes için daha mı kolay ve rahat? Ve o noktada artık ne ekip ne müdür ne direktör kalır geriye…

Hangi konudan ve işleyişten ne kadar haberleri olduğu doğrultusunda şirket sahiplerine döner mevzu. Hangi yeterlilikle kim hangi koltukta nasıl oturmaktadır? İşini nasıl yapmaktadır veya yapamamaktadır? Kim kimin yaptığı veya yapmadığı işleri kompanse ediyordur? Dengeler nasıldır? gibi bitmez tükenmez sorular…

Satış- pazarlama ve iletişim birimlerinin çekişmesi sürer. Reklamveren ve reklam ajansları arasındaki anlaşmazlıklar devam eder. Kreatiflerle kurumsalcıların ilişkileri, karar mekanizmaları ve işleyiş süreçleri değişmedikçe “Neden dünyada Türk markası yok?” diye sorgulamak da yersiz. İhracatta başarılı olduğumuz ama markalaşma anlamında başarısız olduğumuz birçok sektör mevcut…

Biraz da dönüp kendimize bakalım. Sorgulayıp, öz eleştiri yapalım…

Bütün bu “off the record” paylaşımlardan sonra “terzi ve kendi söküğü’ ne”dönecek olursam sökük: KAFA SESLERİ web sitemiz ve youtube kanalımız. Ben kreatif reklamcı ve stratejik iletişimci iken eşim satış-pazarlamacı iken daha ne isteyelim değil mi? Üstelik sadece teorik bilgiyle gerçek hayatı yorumlama gafletine düşmeyecek kadar sektörel deneyim edinip piyasa şartlarının içinde bulunduktan sonra… Oooh alıp başımızı yürümemiz gerekir? =)

Belki erkendir bunları söylemek için ama dedim ya beklediğiniz geri dönüşü alamıyorsanız hele ki kendi aklınıza ve birikiminize göre bu işi yapıyorsanız bir dönüp bakmak gerekir. Nerede ne yanlış var diye…

Kurumsal dil oturtulmaya çalışılıyor, eğitici-geliştirici içerik sunulmaya çalışılıyor. Akademik, mesleki, sanata, insana, topluma dair paylaşımlar yapılıyor. Farkındalık yaratılmaya çalışılıyor. Gerçeklere dikkat çekilmek isteniyor. Dile getirilemeyenler dile getiriliyor ve ama bu belli bir sınır ve adap içerisinde yapılıyor. Eleştirel düşünme ve demokratik tutumlarla farklı bakış açılarını da paylaşabilmeye yönelik bir yaklaşımla… Popüler kültüre hizmet etmiyor evet biliyoruz. Youtube’a çıkıp anlamsız videolar çekmiyoruz ya da alışveriş çılgınlığı ve tüketim özelinde “haydi yaz geldi bikiniyle muhteşem görünmek için yapman gerekenler” içerikleri paylaşmıyoruz. Öz eleştiri yapıyoruz, çevremizde değer verip de hırstan arınmış, “iyi niyet” le yorum yapan kişilerin yorumlarını dikkate alıyoruz.

İçerik tamam da acaba eğlence mi eksik diyoruz.

Hayattan bu kadar yorulmuşken herkes, ne düşünmesi ne farkındalığı… Bunu istiyorsak da daha mı neşeli sunmalı diyoruz… 6 senedir markalar için yaptığım strateji ve iletişim dili sunumlarını KAFA SESLERi için yapamıyorum. Belki de sorun, en önemli temel taşı “hedef kitle” belirlemededir diyoruz. Biz kime hitap ediyoruz? Kim bizi okur? Kim dinler? Niye okusun? Niye dinlesin? sorularının cevapları aranır. Ona göre strateji kurulur.Bu zamana kadar ya “mass” ya da A+ “niş” kesime projeler geliştirdim.

Sorun burada diye düşünüyoruz. “Bizim gibiler” gibi bir hedef kitleye ulaşmak çabasında. Sosyo-ekonomik ve kültürel segmentasyon araştırmalarında maalesef ekonomik güçle entelektüel birikim paralel gitmiyor. Yüksek eğitimli biri B sınıfı iken eğitimsiz biri A+ olabiliyor. Ve “B” dediğimiz kesim, belli bir eğitim seviyesine sahip ancak ekonomik yeterlilikte olmayan, kendi kültürel zevklerine uygun bir şeyler yapmak isteyen ama yapamayan, hayalleri istekleri olan kesim. Bu nedenle de “Prozac Toplumu” dediğimiz kesimin belli bir kısmı B’lerden oluşuyor. B kesiminin de alt kırılımları mevcut tabii; popüler kültüre uyum sağlayarak hızlı yoldan fenomen veya yönetici olmak isteyenler olduğu gibi her şeyden bunalıp kaçıp gitmeyen isteyenler, buna cesaret edebilenler, cesaret edemeyip kaderine razı gelenler… Sindirilenler, sinmek zorunda kalanlar… Razı gelmek istemese de kabullenenler ya da kabullenemeyenler… Varoluşsal mücadele verenler. Dönüp dönüp insan’a geliyoruz… Hem öz’üne hem de toplum içinde yer edinmeye çalışan tarafına… Neyse.

“Benzer kuşlar birlikte uçar” dedik ama kuşları henüz tam bulamadık =)

Artık söküğümüzü mü dikemiyoruz, yoksa o kuşlar uçtu gitti, yiyeceğini yuvasını kurabildi ve Kazdağları’nda mı yaşıyor? bilmiyoruz.

Darısı isteyen herkesin başına.

Dipnot: Terzi ve söküğü’ ne , kuşların göç etmiş olması ihtimaline ek olarak; bir yanlış da “insan”ın gelişimine ve dünyanın pozitif yönde değişeceğine dair bir umut beslemek ve/veya inatla duyulmak istenmeyenleri söylemek, diplomatik beceriler geliştirmek yerine gerçekler üzerinden açık sözlü iletişim kurmaya çabalamak; bir şeyleri başarmak isterken karakterinden ve prensiplerinden vazgeçmeden bunu yapabilmekte gizli de olabilir tabi… Ama biz bir süre daha kendimizi daha da geliştirmeye ve maksimum sınırlarımızı zorlayarak yapabileceğimizin en iyisini yapabilene kadar “terzi ve söküğü” ne inanacağız.

Diğer yazılar için: https://kafaseslericom.wordpress.com/author/idilguneysimsek/